Sunday, March 25, 2007

Softa

"Yıllardan beri ilk kez o akşam ablamla konuşurken, kocasının, babamın dediği gibi namaz seccadesine kapanmış bir softa olup olmadığını sordum. Güldü. Bir gün babam, din hakkında ileri geri konuşurken, Mahmut bozulmuş, işte olan biten bundan ibaret!"

(Doğunun Limanları, Syf. 102)

Entelektüel öğrencilerin popüler olduğu bir okulda çok okumaktan ve herkesi okumaktan başka çare var mıydı? (Daha sonra koleje geçtiğimde eski okulumun kütüphanesinin onda biri kadar bile olmayan kütüphaneyi gördüğümde dehşete kapılmıştım.)

Doğunun Limanları ile ilk tanışıklığım da tam olarak bu sebepten 1999 senesine tekabül eder. O zamanlar imam hatipte üçüncü senemdi ve orta ikinci sınıfa devam ediyordum. Maalouf'u, önümdeki sırada oturan ve babası yayıncılıkla uğraşan arkadaşım okuyordu. Ağır bir kitap gibi duruyordu ancak okuyunca öyle olmadığını anladım. Hatta bitirdikten sonra arkadaşıma,

- "Bana bu kitabı neden önermedin. Sen daha önce okuyordun." diye sitem ettiğimi bile hatırlıyorum.

Kesinlikle kurgudaki aşka takılmıştım. Maalouf'u beğenmem için kalemini trajik oynatmış olması yetti. Atalarımı "işgalci" diye tanıttığını fark etmemiştim bile.

On üç yaşında ve henüz fikri gelişim sürecinin başında biri için okunmaması gereken bir kitapmış halbuki. Şimdi terakkide bu kadar zorlanmamı o zamanlar ayıklamadan okuduğum virüslü cümlelerle dolu onca kitabın bir neticesi olarak görüyorum.

Henüz kelime oyunlarından bihaber olan yaşı küçük bir okuyucu (yani o gün için ben) her okuduğunu belleğine doğru olarak kaydeder. Ne tür bir çevrede yetişirse yetişsin ve nasıl bir eğitim almış olursa olsun bu böyledir. Çünkü ergenliğin başlangıcı çevre ve ailenin yerine başka şeylerin geçmesine en müsait evredir.

Bir zaman sonra okuma kültürü arttıkça eski kayıtları gözden geçirme gereksinimi duysa da bunun, arada kalan en az iki-üç seneyi (bazen daha uzun) kurtarması mümkün değildir.


***

Virüslü cümleye gelirsek..

Tam olarak şu yukarıda alıntıladığım ifadeyi buna örnek gösterebilirim. Softa sözcüğünün birbirine yakın ancak yine de bazı açılardan farklı anlamları var. Hepsinin ortak yönü ise tahkir ifade etmesi. Bu durumda küçük okuyucunun pasajdan algıladığı şuna yakındır; modern dünyada başı namaz seccadesinden kalkmayan her birey softadır.

Tek bir ölçüt!
Ve çocuğun bu ölçütle softa olarak yaftaladığı anne, baba, dede, babaanne, diğer bazı akrabalar ve yakın dostlar vs.. Üniversite mezunu olmaları da bu yargıdan kurtaramaz onları.
Ardından küçüğün bu softalara sağanak gibi yağdırdığı tutarsız eleştiriler..

Kendince bunca softanın arasında kalan bir çocuk ilerleyen zamanlarda nasıl namaz kılabilir? Namaz bir cüz sadece. Din adına uyguladığı her işte bir "softa"lık korkusu duyması, kuşkularla çevrilmesi kaçınılmazdır.

Bende böyle bir yansıması olmadı. Kılmadığım her namaz için büyük bir vicdan azabı hissettim hep. Yaşımın küçüklüğünü kendime mazaret olarak sunsam da bu kendimi affettiremedi bana. Ama tesettür konusunda fikirlerimi istikamete getirmem zor oldu. Şekilci modernizm anlayışı bana başımı örtsem bile ayaklarıma kadar uzanan bir dış kıyafet giymememi öğütlüyordu. Kendi doğrumu bulmam zaman aldı.

Halbuki teşrik-i mesaide bulunduğum insanlar hiçbir zaman kendimi ispat etmem gereken yapıda olmadı. Her zaman onaylandım ve örnek gösterildim. Şuurluca bir müslüman kimliği edinmem için okuduğum kitaplar dışında bir engelim yoktu. Belki de bu yüzden bir şekilde durmam gereken yeri bulabildim.

Ama hepimiz için böyle olduğu söylenemez.. Pekçok arkadaşımın hayatına virüslü cümleler yön verdi. Kendileriyle başbaşa kalabilselerdi şimdi çok farklı olurdu..

Saturday, March 24, 2007

Kendinle Konuşmak

"Aylarca sessiz kalırım, neredeyse konuşmayı unutacak kadar, sonra birden baraj yıkılır ve ne varsa; neyi tutmuşsam her şeyi koyuveririm, bitmez tükenmez bir gevezelik başlar ve daha susmadan pişman olurum."

(Doğunun Limanları, Syf. 51)

Bir çokları için bu sessizlik kendisiyle konuşmamak anlamına gelir. Başkalarına söyleyecek çok sözü ve onları dinlemek için çokça vakti olduğu halde kendisiyle konuşmak ve kendisini duymak için hiçbir çabası yoktur.

Bir gün istese de istemese de göğsünün kopardığı çığlıkları işitmek zorunda kalır. İşte o zaman senelerce birikenler bir çığ gibi üzerine gelir ve daha o anda bunca sene kendine meyletmemiş olmanın pişmanlığını yaşamaya başlar.

Ben bu romanı dört-beş sene önce de okumuştum. Bu manayı şimdi fark ettim!..

Evet

"Yine uzun bir sessizlik.
- Clara, bana bir söz vermeni istiyorum. Ne anlatırsam anlatayım, bitti demeden sözümü kesme ve bana hiç bakma.
- Söz!
Çocukluklarıma gülümsüyordu. Şaşkın. Belki de duygulanmış. Yeniden sessizlik. Sonra, bugüne kadar unutamadığım şu sözler ağzımdan döküldü:
- Son karşılaşmamızdan sonra çok düşündüm ve şimdi sana aşık olduğuma kesinlikle eminim. Sen, hayatımın kadınısın, bir başkası olmayacak. Burada olduğun zaman seni bütün varlığımla seviyorum. Aynı şeyleri hissetmiyorsan, ısrar etmem. Bu öyle güçlü ve ani bir duygu ki, seni esir almalıdır, bu, zamanla alışılan bir eğilim değil. Onun için, böyle bir duygun yoksa, bir dakika sonra başka şeylerden konuşuruz ve seni bir daha rahatsız etmem. Ama şansıma, bir şeyler hissediyorsan, o zaman dünyanın en mutlu insanıyım ve sana: "Clara, karım olmak ister misin? Seni son nefesime kadar seveceğim" derim.
...
- Evet.
'Evet' demişti.
En güzel, en sade yanıttı ve en az beklediğimdi."
(Doğunun Limanları, syf. 91)
Karşısındakini ezmeyen, onun karakterini yücelten ve saygı uyandıran böyle bir söyleyiş tarzı elbette bir kadının "Evet" demesini kolaylaştırır. Fakat erkekler genelde beğenen, teklif eden ve kabul alan taraf olmak istedikleri için reddedildiklerinde öfkeleniyor, kin beslemeye başlıyor ve makul davranamıyorlar.
Bir kaç gün önce sizi kendisine hayran bırakabilecek cümleler kuran adam gidiyor yerine bir çocuk gibi zaptedilmeye ve yönlendirilmeye muhtaç bir öfke anıtı geliveriyor. Tabii bu biraz da hislerinin ve beklentilerinin boyutuyla alakalı.
Kadınlar böyle bir durumda ağlamayı ve ümitsizliği tercih ederken erkekler bir an önce bunu unutturacak bir başka maceraya açılmayı yeğliyor. Kesinlikle inatçı değiller. Çoğunlukla da bu yüzden kaybediyorlar. Kazananları da sabrın meyvesini alıyor.

Engel

"Savaştan sonra tahsilime devam etmek istemedim. Belki de bu çeşit bir gevşeme içinde olduğumdandı. Evet, işler herhalde böyle başladı. Artık yoluma hiçbir engel çıkmayacağı duygusuna sahiptim. Engel yokmuşçasına yürümem yeterliydi. Düşüş işte böyle başlar."

(Doğunun Limanları, Syf. 89)

İnsanın içsel çatışmaları da böyledir. "Ben kazandım" dediğinde kazananın kim olduğu belli değildir aslında. Savaşırken düşmanının kim olduğunu bilemediğin gibi. Muallak bir rakibi devirdikten sonra engel namına bir şeyin kalmadığını hissedersin. Belki bir süre bu düşünce gölgeler aklını. Fakat çok geçmeden ayağının takıldığı ilk taşta bunun böyle olmadığını anlarsın. Üstelik öncekinden daha çok yara alırsın. Çünkü hazırlıksızsındır.

Tasavvuf ehli düşmanın/engelin daima hazır olduğunu bilerek yaşamayı salık veriyor. Belki de sebeplerinden biri bu. Düşsen bile toparlanman daha az zaman alır ve kolay olur.

Değişim

"Montpellier’de, tıp öğrencileri arasında, adım kısa sürede “inek”e çıktı. Diğerlerinden çok çalışmıyordum ama daha iyi çalışıyordum. Hocalarım, ince eleyip sık dokumayı öğretmişlerdi. Asla yarım anlamakla yetinmemeyi. Gerekli zamanı ayırmayı ve bu zaman içinde anlamayı, özümlemeyi öğretmişlerdi. Öte yandan mükemmel bir belleğim vardı. Bunu da, en azından bir kısmını hocalarıma borçluydum. Bir kere öğrendiğimi, bir daha unutmuyordum.
Bunları övünmek için söylemiyorum. Alt tarafı parlak bir öğrenci olmam, asla doktor olamadığıma göre, ne işime yaradı? Bunu söylüyorsam, orada belli bir saygı gördüğümü belirtmek için."

(Doğunun Limanlari, Syf. 46, 47)
Bizim toplumumuzda -bizimkini yazıyorum çünkü diğerlerini bilemem- insanın geleceğini inşa ederken hangi taşları ne şekilde kullanacağını kendisinin belirlemesi olanaksızdır. Bunu başarabilen de toplum normlarına göre makbul sayılmaz. Eğer neticede ünvan ve şöhret elde etmişse ona tekrar kucak açabilirler, tabii ki normal olmadığını hafızalarının bir köşesinde saklayarak. Ancak sıradan biri olarak kalmışsa hiç şansı yok. Kesinlikle kabiliyetlerini harcadığını düşünürler. Mutlu olması bu yargıyı değiştirmez.
Stajyer olarak bir derse giriyordum. Öğrenciler çok çalışıyorlar ama soru sormuyorlardı. Ne bana, ne birbirlerine ne de kendilerine. İyi notlar almayı hedeflemişlerdi ve bu şekilde başarılı olacaklarına inanıyorlardı. Onlara, sınav sorularını ben hazırlarsam bu sistemle kimsenin yeteri kadar başarılı olamayacağını söyledim. Bakışları soruları diğer hocanın hazırlaması için yalvarıyor gibiydi.
Derse devam ettiğim süre zarfında bolca soru sorararak sorgulama isteklerini gün yüzüne çıkarmaya çalıştım. Yavaş da olsa biraz biraz değişmeye başladı bir şeyler. Pes etmemem gerektiğini anladım. Özellikle grup çalışması yaparken gözlerinin içine yerleşen sevinci görebiliyordum. Farklı düşünebiliyorlardı ve bunun farkındalardı. Böyle olması onları mutlu kılıyordu.
Kitap okumaya başladılar. Odamdan dışarı çıkarmadığım kitaplarımdan seçerek onlara götürdüm. Bir tanesi iki kitabı okuyup iade ettiğinde kitapları ona vereli sadece üç gün olmuştu. Birisi de "Fareler ve İnsanlar"ı göstererek bunu okumanın kendisine ne katacağını sordu. Okumanın amacını keşfetmiş olduğunu anladım..
Bu öğrenciler bir süre sonra kendilerine gerçekten ne olmak, ne yapmak istediklerini soracaklar ve parlak bir öğrenci olmak onlara yetmeyecek. Belki hepsi normların dışına çıkamayacak -çünkü bu cesur insanların işidir- ama yine de fikirlerin sınırlarını esneterek bir sonrakilerin bu cesarete sahip olmasını sağlayacaklar.
Şimdi daha çok inanıyorum; insanların takdir ve saygılarıyla yetinmeyerek iyi bir tercih yaptım. Maddi-manevi ağır bir bilançosu olsa da yapmak istediğim şeyleri yapmaya başladım ve şu anda tegayyürün bir yerden başlamış olduğunu bilmek bana yetiyor.

Friday, March 23, 2007

Bi Fuadi

Geçen gün Kur'an okuyorken bir ayette "fuad" kelimesi dikkatimi çekti. Mealine bakıp "gönül" anlamına geldiğini öğrendim.
Ondan esinlenerek..
Bismillah.